Motive, Beşiktaş Dergisi’ne Konuştu!

Beşiktaş fanatiği Motive, Beşiktaş Dergisi’nin Nisan sayısına röportaj verdi. Beşiktaşlı olma hikayesi, rap’e başlama serüveni,beğendiği rapçiler, konsere gelen seyircilerine serzenişi, Beşiktaş camiasına mesajı… Hepsi bu yazıda!

Motive hoş geldin, öncelikle seni biraz tanıyabilir miyiz?
Tabii ki, ben Tolga. Doğma büyüme İstanbulluyum. Ailem göçmen; bir taraf Bulgaristan, bir taraf da Yunanistan. Tabii Balkan Türkleriyiz. Böyle detaylar da
benim için çok önemli değil, sonuç olarak hepimiz buradayız, buralıyız. Genelde insanlar kendilerini anlatırken okul ve eğitim statülerini de söylerler, ben de bahsetmiş olayım; belgeleyebileceğim bir okul durumum yok, açık öğretim lise durumum var. Profesyonel olarak sekiz senedir müzik yapıyorum. İki senedir de Beşiktaşımızla sıcak temas halindeyim ve hatta “Beşiktaş’ın sanatçısıyım” diyebilirim.

Rap müziğe başlama hikâyen düşünüldüğünde bir hayli ilginç geliyor kulağa. Kilolu olduğun için dans edemediğin bir dönemde kuzenlerinin yönlendirmesiyle rap söylemeye başlamışsın. Sence böyle bir durum yaşanmasaydı yine de rapçi olur muydun?
Açıkçası bilmiyorum ancak hayatımdaki bazı örneklerden yola çıkabilirim belki. Sözel derslerde çok iyiyim ancak sayısal derslerim hep kötüydü; sayılarla pek aram yok. Eskiden hep astronot ya da pilot olmak isterdim ancak şu an daha mantıklı düşündüğümde çok muhtemel psikolog olurdum diye tahmin ediyorum. Empati duygum çok yüksek. Müzik de bir iletişim ve ifade biçimi. Bizde bu daha çok gelişmiş olduğu için duygu ve düşüncelerimizi müzik aracılığıyla ifade edebiliyoruz. İnsanlarla genellikle psikoloji üzerine bir iletişim kuruyorum, temelde yatan duygular bende daha büyük bir merak uyandırıyor. Bu yüzden eğer müzik olmasaydı ve ben bu ifade yöntemimi akademik alanda geliştirmiş olsaydım zannediyorum psikolojiyi seçerdim.

Daha önce Iron Maiden’ın solisti Bruce Dickinson’ın röportajında şöyle bir ifade okumuştum; “İyi giden bir konserin sonunda yüz bin kişilik bir sahneyi avucumun içinde toparlayabilirim.” Sende nasıl gidiyor sahne?
İlk çıktığım on dakika benim için çok önemli; o ilk on dakika içinde dinleyiciyi alabiliyorsam şayet sonrasında iki saat de yapsam o konseri, üç saat de yapsam aynı heyecanda, aynı nabızda tutabiliyorum. Ama tabii hem sergilediğim performansla hem de insanların enerjisiyle de ilgili bir durum bu. Örneğin o gün hastaysam ve günüm kötü geçtiyse, elbette bazen alamadığım sahneler, alamadığım dinleyiciler de olabiliyor. Ama kalabalık olduğunda sanırım kendimi daha rahat hissediyorum ve daha kolay alabiliyorum o topluluğu. Küçük sahnelerde, performansım da biraz dar kalıyor çünkü biz çok büyük sahnelere göre repertuarlar hazırlıyoruz kendimize. Ses büyüdükçe, sahne de büyüyor. Sahne küçüldükçe bizim de enerjimiz, insanları yönetebilme ve eğlendirebilme arzumuz kırılıyor biraz. Haliyle “Daha büyük sahnelerde daha etkiliyim” diyebilirim.

Son birkaç yıldır sanatçıların küçük sahnelerle ilgili bazı şikâyetleri de oldu. Örneğin, “Herkes telefonla konuşuyor, bizi dinlemek yerine mesajlaşıyorlar” vb. çok eleştiri duydum. Senin de hiç başına geldi mi bu gibi olaylar?
Evet, tabii ki geldi. Aslında bahsettiğim küçük sahneler, o küçük sahneler değil. Önceden Hatay’da da çıkıyordum, Antalya’da da çıkıyordum. Oralar da küçük sahnelerdi ancak performans sahneleri oldukları ve bizim kendi kitlemiz geldiği için bu gibi sorunlar yaşamıyoruz. Bizim asıl şikâyetçi olduğumuz şey; dinleyicinin eğlenmek ve yiyip-içmek için para ödediği masada bize maruz kalması. O masaya bir ücret ödüyor ve böylece oranın sahibi olabileceğini düşünüyor ancak biz sahneye çıktığımızda elbette ki bu durum pek de böyle gelişmiyor. Akşamın ilerleyen saatlerinde ise dikkat çekmek isteyenler oluyor, bizimle temasa geçmeye çalışıyorlar. Bir yandan da sahne küçük, haliyle kendini de yeterince büyütemiyorsun. Daha fazla vokale ihtiyacın varsa, gideremiyorsun. Mikrofonların frekanslarına kadar her şey değişiyor. Daha önce hiç kullanmadığım bir mikrofon geliyor ve haliyle kullanmak da istemiyorum. Sesimin dinamiği ona alışık değil. Ben de her şeyi sabit istediğim için küçük sahnelerde biraz zorlanıyorum. Öte yandan olumsuz şeyler de yaşanıyor; çakmak fırlatıyorlar, kalem fırlatıyorlar, geçen gün çakı fırlattılar mesela. Biz de bir yere kadar göz yumabiliyoruz, taviz verebiliyoruz bunlara. İnsan sahneye çıkınca şarkılarını söyleyip, dinleyicileriyle birlikte eğlenip, sahnesini bitirmek istiyor. O yabancı maddeler sahneye atıldıktan sonrasında bizim için de o sahnenin hiçbir keyfi, önemi kalmıyor açıkçası. Saygısızlık oluyor, tüm motivasyonum gidiyor.

Duygulardan beslendim, rap yaptım, insanlar sevdi ve rap sayesinde içselleştirdiğim, pekiştirdiğim tüm duygularla da müzik yapmaya başladım.”

2018’e kadar kendini sadece bir rapçi olarak tanımlarken, bu tarihten itibaren “müzisyen” olarak tanımlıyorsun. İkisinin arasındaki fark nedir sence? Ya da kendini ilerleyen zamanlarda “müzisyen” olarak tanımlamaları için senden küçük ve raple ilgilenen gençler neler yapmalı?
Rapçi olmak müzisyen olmaktan çok farklı bir durum. Rapçi olmak, bir tavır gibi. Rap yaparken beslendiğin şeyler hayatın olumsuz yönleri oluyor. Hayata daha negatif pencerelerden bakıyorsun, aynası olmayan duyguları daha agresif bir dille ifade ediyorsun. Şarkı söylemek ve rap yapmak arasında fonetik olarak da bir fark var. Benim bu ayrımı yapma nedenim ise; duygulardan beslendim, rap yaptım, insanlar sevdi ve rap sayesinde içselleştirdiğim, pekiştirdiğim tüm duygularla da müzik yapmaya başladım. Tanımlamaya çalıştığım şey buydu açıkçası. Rap, bir yere kadar sonrasında kendini ifade edebileceğin farklı şeylere ihtiyaç duyuyorsun. Kişisel olarak rahatladığımda, hayatımla ilgili pek bir stresim kalmadığında artık müzik yapmaya başladım. Müziğin dünyasında yolculuk edip, müzik yapmaya ve şarkılar üretmeye başladım. Ben de o tavrımı bir kenarda bırakıp, ondan beslendiğim duygularla müzik yapmaya başladığımda artık bir müzisyen olduğum kanaatine vardım.

Eminim yazdığın her şarkı, senin için bir hayli özeldir ancak sende hikâyesi nedeniyle farklı bir yeri olan bir şarkı var mı?
Evet, tabii ki var; Siyah Kelebekler şarkısı benim için çok özel. Hatta o dönem yaptığım şarkıların birçoğu benim için o dönem yaşadığım psikolojik buhrandan geriye kalan enkazlar. Bu yüzden en anlamlı şarkılarım da onlar bana kalırsa.

O buhran dönemini nasıl anlatırsın?
O buhran dönemim, az önce bahsettiğim ve rap yapmaya çalışırken ifade yöntemimi henüz geliştiremediğim yıllardı aslında. Çok kötü bir dönemden geçiyordum, yakınlarımı kaybediyordum; bir günüm hastanede, bir günüm Duygulardan beslendim, rap yaptım, insanlar sevdi ve rap sayesinde içselleştirdiğim, pekiştirdiğim tüm duygularla da müzik yapmaya başladım.” 59 Nisan cenazede geçiyordu. Tüm bunların getirdiği depresifliği atlatmaya çalışırken biriken duygulardan oluşan şarkılar her biri. Bu yüzden Makaveli (Deluxe) albümünü dinleyenler, o süreçte yaşadığım tüm ruh hallerine de şahit olacaklardır. Benim için bir yıkımdı.

Peki, sana göre çok iyi olan ancak beklediğin ilgiyi görmediğini düşündüğün bir şarkın var mı?
Siya Siyabend (Bizon Murat) “Şiir, ihtiyacı olanındır” demişti, ben de böyle cevap vereyim bu sorunuza. Aynı şekilde müzikte de bu böyle; biz yazıp söylüyoruz, yayınlıyoruz ama onu ihtiyacı olan alıyor ve dinliyor. O şarkı, benim olmaktan çıkıyor. İhtiyacı olan herkesin oluyor. Bir şarkı on milyon dinleniyorken, diğeri bin kez dinleniyorsa demek ki o şarkıya sadece bin kişinin ihtiyacı vardı diye düşünüyorum. Çok dinlenmedi diye de üzüldüğüm hiçbir şey yok. Bir kişi bile dinlese herhangi bir şarkımı, demek ki onun ihtiyacı varmış deyip çok da sorgulamadan devam ediyorum yoluma.

Rape ilk başladığın yıllarda yayınladığın şarkılarını düşüncelerinin değiştiğini belirterek internetten kaldırmışsın. Değişim kişisel anlamda da evrensel anlamda da kaçınılmaz bir gerçek. Sendeki değişimler neydi ki eski şarkılarını kaldırma gereği duydun? Az önce bahsettiğimiz şeylerle ilgili sanıyorum…
Kaldırmam aslında biraz psikoz gibi; insan istemiyor. Söylediğin şeylerin hayatında yarattığı etkileri görüyorsun ve eskiden memnun olmadığın, hoşnut olmadığın bir ses dosyası mevcut internette hala. Ve bunu da insanların dinlemesini, etkilenmesini istemiyorsunuz. Kaldırmak istiyorsunuz. Benimki biraz bununla ilgiliydi. 15-16 yaşlarımda küçük bir stüdyomuz vardı ve yine rap yapıyordum, üstelik o zamanlarda bizim yaşlarımızda dijital müzik yapan çok kişi yoktu. Biz de albümlerimizi fiziken bastırmaya çalışıyorduk. Örneğin; üzerindeki baskıyı yaptırıp, CD’yi basamadığımız zamanlar oluyordu. O zamanki psikolojimi de hesaba kattığımızda, şu an üzerine koyarak yaptığım şarkılar daha çok dinleniyor. Demek ki alıcısı daha fazla ve ne kadar sıkıntılı şeyler söylersen, o sıkıntıyı yaşayan o kadar çok insana ulaşıyor. Ortada bir Makaveli albümü varken, insanlar geriye dönüp bir şeyler arasın istemedim. Bu yüzden kaldırdım.

Rapçiler arasındaki rekabet ortamını nasıl yorumlarsın? Her alanda olduğu gibi bir rekabet vardır tabii ama sizde birbirine destek olan isimleri de çok görüyoruz.
Bizde herkes, birbirini sevmediğini söyler ama aynı kuliste yan yana oturduğunda sohbet devam eder. Biraz ironik bir durum gibi duruyor. Televole’den daha beter bir durum aslında çünkü bizim yaş ortalamamız, onların yaş ortalamasına göre daha düşük. Yaşımıza göre söz konusu olan maddiyat çok yüksek, haliyle riskler daha fazla. Risk çoğaldığında ise bir bakıyor insan, bir başka rakibi de bu riski daha önce almış mı diye. Rakip de olsa nemalanıyor. Kimse ilk yaptığın ya da son yaptığın işe bakmıyor. Yatırımına ya da yaptığın işe göre değil de pantolonuna göre değerlendirildiğin için biraz daha çirkin bir boyutta oluyor. Bir adam benden zengin olabilir ama benden daha iyi bir müzik ve rap bilgisine sahip değildir; yine de benden daha pahalı bir pantolon giyinip yanıma oturduğunda benden daha fazla kale alınabiliyor.

Kısa süre önce Sagopa Kajmer ile sosyal medya üzerinden bir atışma yaşadınız. Karşılıklı birkaç tweetiniz oldu ve son olarak da görüşeceğinizi okumuştuk. Bu konu hakkında görüştünüz ya da konuştunuz mu? Neler söylemek istersin bununla ilgili?
Havada kaldı, görüşülmedi ama kötü bir niyeti olduğunu zannetmiyorum. Kötü niyetli bir insan değil çünkü biliyorum. Pastamız aynı olsa da neslimiz aynı değil. Adam benden kaç yaş büyük. Benim yaptığım iş de ortada. Şimdiye kadar kimlerle yan yana olduğum da ortada. Ben onun ismini yanıma koymadım, kendisi ismimi vermeden de olsa bana bir yorumda bulundu. Konuşulmadı, havada kaldı dediğim gibi ancak düşüncelerim değişmedi, hala aynı fikirdeyim.

Peki, dinlemeyi en çok sevdiğin old school-new school rapçileri öğrenebilir miyiz?
New school rapçilerden Özkan’ı çok dinliyorum; birçok kişi bilmiyor olabilir, o da Antalyalı çok iyi bir rapçi. Onun şarkıları beni bir hayli içlendiriyor. Joey Marshall var, o da Ankaralı. JEDD var, 15-16 yaşlarında bir çocuk ama sahiden çok iyi, zehir gibi. Onu da çok dinliyorum. Old school rapçilerden ise hiçbiri böyle piyasanın bildiği insanlar değil. Mesela daha yeni enkazdan kurtulan ağabeyimiz var Knock Out, onu çok dinlerdim. Eypio’yu dinliyordum önceden. Ancak şu an güncel olarak dinlediğim ve “Bana hitap ediyor” diyebileceğim çok kişi yok; Fuat ağabey var. Onunla da zaten çok sıcak kontaklar halindeyiz sürekli.

En son JEFE ile CHORBA albümünü yayınladınız ve içinde altı şarkı olan tüm albümü tek bir video şeklinde çıkardınız. Bir hayli ilginç bir çalışma. Fikir nasıl ortaya çıktı ve size gelen geri dönüşleri nasıl oldu?
CHORBA’nın ilk şarkısına başladık, sonrasında melodi değişti, ikinci şarkıya geçtik. Sonra öbür şarkıya evirildi; o, öbür şarkıya… Derken, bir baktık labirent gibi bir proje var önümüzde. Hepsini kaydettik ve sonra buna bir sosyal mesaj yüklemeyi düşündüm. O projenin hakkı oydu bence. İşin finalinde yine kendi ülkemize, kendi sokağımıza, kendimize dönelim istedik. Bu yüzden ilk şarkıda Japon konseptiyle başlayıp son şarkıda ise daha çok bir Türk gencinin iç hissiyatlarına akan bir proje oldu. Özellikle son sahnede Türk dinleyicinin benimseyebileceği duygu metaforları var. Haliyle insanları derinden etkiledi ve özellikle sahnelerdeki geri dönüşler çok fazla oldu. Son kısımda insanlar duyguyu hemen alıyorlar, çakmaklarını yakarak bizlere eşlik ediyorlar. Bir yandan da çok büyük bir etki yaratmamasına da sevindim çünkü sahiden o alt metni okuyabilecek, mesajı alabilecek insanların dinlemesini istediğimiz bir projeydi.

80’ler ve 90’larda özellikle yurt dışında rapçiler farklı tarzlardaki sanatçılarla da düet yapmaya başlamışlardı. Türkiye’de de oldu ancak bu bizde biraz arabeske kaydı. Senin farklı isimlerle de düet yapmak gibi bir planın var mı?
Elbette, var. Amerika’da doğan rapin, yeni bir çağ açması zaten beklenen bir durumdu ve ilginç karşılanmadı. R&B’den Rhytm and Poem’e gitti. Zaten doğasında vardı haliyle ABD’de rapçilerin, popçularla düet yapması vs. çok anormal bir durum değildi. Bu biraz bizim doğamızla ilgili sanırım. Avrupa’da da var bu arada. Onlar da çok fazla düet yapıyorlar. Fransa’da bunun birçok örneği var. Buradan Almanya’ya gidenlerle başladı ancak asıl önemli olan burada kalanların tutunması. Burada hikâye çok başka ancak hep tekil. Burada bir yanlışlık var; 90’lara ait kültürün Fransa’da olması çünkü onlar da çok iç içe bir topluluk. Ancak Türkiye’de bu kültür doğu dışında çok mevcut değil. Buraya doğru insanlar karışarak gelmişler o yüzden bir müzik kültürünün oluşmasını bekleyemezsiniz. Kültürel karmaşalarımız var. Her şeyin bir sırası var; popun sırası vardı oldu, rockın sırası vardı oldu, bizim de bir sıramız vardı oldu ancak ABD’deki gibi olmadı işte. Biz pop müziğe savaş açarak geldik. Çok ara bir nesilden geldik; Ceza vardı, Sagopa vardı. Tek pasta payları vardı, öğrenebileceğin ve öğretebileceğin bir çeşitlilik yoktu. Ama rap vefalı, eğer alternatifsen, kazandığını yine buna harcıyorsan, özgünsen bu iş seni bırakmaz. Ama sadece trend olmak için yapıyorsan, trend değişecek elbette. Trend gelir ve geçer ancak alternatif olan var olmaya devam eder.

Beşiktaş’ta, Beşiktaş’ı tutan insanların oluşturduğu bir zemin var, bunun getirisi olarak da bir Beşiktaş kültürü var. Bu yüzden sevdamız da bambaşka bir boyutta.

Artık Beşiktaş’a geçelim istersen… Beşiktaşlılık serüvenin nasıl başladı?
Aslında önceden Galatasaraylıydım. Saçlarım uzundu, “Saçlarımı keserseniz Beşiktaşlı olurum” dedim. Dayım da babam görmeden saçlarımı kesti ve o gün, bugündür Beşiktaşlıyım. Babam Galatasaraylı tabii ama o da öyle çok fanatik değildir. Beşiktaş’ın bir misyonu var, hep bahsedilen o “değerler manzumesine” çok inanıyorum. Kolektif bir misyonu var Beşiktaş’ın ve bunu her alanda her seferinde gösteriyor. Beşiktaş’ta, Beşiktaş’ı tutan insanların oluşturduğu bir zemin var, bunun getirisi olarak da bir Beşiktaş kültürü var. Bu yüzden sevdamız da bambaşka bir boyutta.

Kulübümüzün diğer çok gerçek ve samimi bir karakteri var. Üstelik kulübe sevdalı insanların da karakterini şekillendiren bir durum bu. Beşiktaş’tan öğrendiğin, Beşiktaş’ın sana kattığını düşündüğün özelliklerin var mı? Ya da Beşiktaş ile benzer bulduğun bir yönün…
Var; bununla ilgili bir anımı anlatayım hatta. Orhan ağabey ile burada locada tanıştım. Beni bir locaya davet etmişlerdi ama girdiğim andan itibaren sahiden kolların, omuzların altında gezdim. Herkes yemek ısmarlamaya çalıştı, içecekler verildi. Hemen aralarına aldılar, maçı izledik. Direkt aynı frekansa geldik hepsiyle ve bu durum beni çok sevindirmişti. Galiba Beşiktaş’ın en net karakteristik özelliği bu kadar gerçek ve herkesin birbirine samimi bir yaklaşımda olması. Beni de çok etkilemişti. Böyle bir camianın bir parçası olmak çok özel bir duygu. Çanakkale’ye gittim, orada şampiyonluk kutlaması olmamıştı. Beşiktaşlılar şampiyonluk kutlamak için düğün salonu tutmuş, ben de gittim onlara şarkı söyledim. O da şahaneydi mesela. Sahiden farklı bir sevda.

29 Ekim’de Vodafone Park’ta
bir konser verdin. O günü, o günkü duygularını nasıl tarif edersin?

Beşiktaş benim için yalnızca kulüp olarak değil, semt olarak da benimsediğim bir yer. Şarkılarımda da hep bahsederim semtimizden. Beşiktaş benim evim; bütün esnafı tanırım, sokaklarını bilirim. Beşiktaş’ın ruhunu, semtin ruhunu çok yaşadım, yaşıyorum. Benim için anısı farklıdır Beşiktaş’ın. Böyle de bir hikâyem olunca Beşiktaş ile Vodafone Park’a gelip kendi insanıma sahne yapmak bambaşkaydı. Verdiğim en büyük konserlerden biri oydu, şahaneydi.

Rap yapan sanatçıların çok daha sansürsüz, samimi ve duygularını iyi ifade edebilen insanlar olduğunu düşünüyorum. Beşiktaş ile ilgili de çoğunlukla samimiyetten bahsediyorsun. Bu ikisinin bağlantısı var mıdır sence?
Elbette var, dediğiniz gibi biz daha sansürsüz ve samimi duyguları yansıtıyoruz. Kaldı ki bu hissi yakaladığımız Çarşı Grubu var. Onlar da çok atak ve agresif bir tarzları var. Aynı duygulardan besleniyoruz bana kalırsa. Aynı samimiyet ve aynı frekansta yürüyor birçok şey. Dediğim gibi semti, semtin insanlarını, taraftarlarımızı… Bütünüyle Beşiktaş’ı çok samimi buluyorum.

Takımdaki futbolcularımız rapçi olsaydı, yaptıkları rap türleri ve mahlasları neler olurdu sence?
Sanırım hepsi hakkında direkt bir yorum yapamam ama Valentin Rosier, bana biraz daha sad boy gibi geliyor. Üzgün ve duygusal bir müzik yapardı bence. Tarzı da şahane bu arada, çok beğeniyorum kıyafet tarzını.

120’nci Yıl sayımızda konuğumuz oldun Motive, Beşiktaşımızın 120 yıllık tarihini düşünerek bir rap şarkısı yapacak olsan temelde yer alan duygu ne olurdu?
Hep bir ağızdan söylenebilecek cümleler kurmak isterdim. Kalabalığın sinerjisinden bahsederdim.

Son olarak camiamıza mesajlarını alabiliriz…
120 yıllık koca bir tarihimiz var… Bu bizim için bir Beşiktaş geleneği. Bu süre zarfı boyunca nesilden nesle süregelen Beşiktaşlılığın, daima var olacağını bilmek bile yetiyor insana. Ayrıca dergimize konuk olmak, stadımızda ağırlanmış olmak da benim için bir şeref, bu anlamda da sizlere çok teşekkür ederim. Her birimiz aynı şeyleri temsil ediyoruz, Siyah ve Beyaz’ız. Birlik olmaya ve birlikte kalmaya devam edelim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir